OĞUZ ARAL’I ANARKEN …
EFLATUN NURİ
Şirin minicik, değişik süs bitkileri, çardak gülleriyle gölgelenmiş güzel bir bahçe. Özenle seçilmiş nadide çiçekler, beyaz, sarı, pembe, kırmızı, eflatun güller. Sarı, beyaz hanımelleri, sol taraftaki duvara tırmanmış. Bahçe, seyyar esansçıların tezgahları gibi güzel kokuyordu. Oğuz’un Silivri’deki evinin ön bahçesinde yıllar sonra buluşmuştuk… Masada Oğuz’dan başka her şey vardı. O da içerden rakıyı getirmeye gitmişti. İşte; elinde kadehler, rakı şişesi falan filan…
Sırıtarak masaya oturdu. Bana bakarken gözleri parlıyordu. Mutlu sevecenliğin ışıltıları. Aynı anda alev alev yanan bir kızgınlık; o zaten hep öyledir.
- Bana içki koyma, ilaç alıyorum!
- Ya oldu mu şimdi Eflatun?
- Başka zaman tamam mı?
Yemekler yendi, eski anılar masaya dökülmeye başladı…
Derken Oğuz:
- İlk tanıştığımız günü hatırlıyor musun?
- Evet “Hergün” gazetesinde… Altan’ın odasında. O gün de “Ali Ulvi” Ankara’dan gelmiş; İstanbul’daki karikatüristlerle tanışmak için. Ben de Altan’a uğramıştım. İlginç bir rastlantı oldu; hem Ali Ulvi’yi, hem de seni tanımış oldum.
- Hayır “Ali Ulvi” yoktu.
- Offf!... Bak telefon orada, aç konuş Ali Ulvi ile tamam mı?
- Eee!... Anlat bakalım!...
- Altan masasında oturuyordu, Ali Ulvi de masanın ucuna ilişmiş, ağzında kocaman bir pipo, tüttürüp duruyordu. Çaylar yeni gelmişti, oradan buradan konuşuyorduk. Ali Ulvi Ankara’da çok sıkıntılı günler geçirdiğini, aç kaldığını “Güven” parkında yattığını anlatıyordu; o ara kapı çalındı, çok zayıf, ince uzun boylu, beyaz yüzlü, utangaç, on iki, on üç yaşlarında bir çocuk içeri girdi. Koltuğunun altında bir dosya vardı. İşte o çocuk sendin. Sesin titriyordu… Altan’a “Ben karikatür çiziyorum da, yaptıklarımı size gösterebilir miyim?” dedi. Dosyayı açtım, baktığım karikatürün altında kocaman “Oğuz Aral” imzası vardı; “Oğuz” dedim, ses yok!.. Şöyle göz ucuyla baktım. Sen benim oturduğum sandalyenin sağında dikiliyordun. Senin arkaya doğru kaykıldığını, iskambil kağıdı gibi, devrilmekte olduğunu fark ettim. Oturduğum sandalyeden fırladım; tam yere arka üstü düşmek üzereyken beline sarıldım. Kucakladım, bayılmıştın, masaya upuzun yatırdım. Yüzün sapsarıydı; dişlerin kenetlenmişti, iki yumruğunu da iyice sıkmıştın. Altan, bir küflü teneke maşrapa su ile getirdi. Ben yumruklarını açmaya çalışırken, Altan da ıslak mendilini yüzünde boynunda gezdiriyordu. Ali Ulvi de boş durmuyor, hafif hafif seni tokatlıyordu.
Nihayet gözlerini açtın, uykudan uyanır gibiydin, etrafa bakındın, “N’oldu sana böyle?”, dedim bir şey saklar gibi mırın-kırın ettin, sonra çözüldün, öğle yemeği yemediğini, yemek parasını, buraya gelebilmek için yola harcaığını söyledin. Yerdeki kocaman dört köşe kesilmiş, benekli mermer taşlara baktım. Eğer fark etmeseydim, ya tutmasaydım seni… O günü hatırlayınca içim ürperiyor…
Başını okşadım:
“Oğuz … olur mu yahu, daha gelir gelmez gitmek var mı?” dedim…
Oğuz önündeki susuz rakı bardağını bir dikişte yarıladı, üzerine su içti, sigara yaktı, ondan derin bir nefes çekti, karşımızda bahçe içindeki iki ev arasından görünen Marmara Denizi’ne doğru üfledi:
- Eflatun yıllar sonra, ben de “Hergün” gazetesinde çalışmaya başlamıştım, o küflü maşrapayı nerede gördüm biliyor musun? Heleda, hela maşrapası değil miymiş!...
- Tifo mikrobunu ordan mı kaptın yoksa?
- Yok ya!.. Çok evvel… Hayret bişey bunları nasıl hatırlıyorsun… sen anlattıkça, her şey gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Ama… Ali Ulvi yoktu!..
- Hayret!.. Koskoca Ali Ulvi’nin orada olduğunu hatırlamıyorsun da, o heladaki küflü teneke maşrapayı hiç unutmamışsın?
*
Baktım yine rakı bardağına uzandı… Bir dikişte götürdü.
- Oğlum sen manyak mısın, niye susuz içiyorsun?
- Siz içerken ben size bir şey diyor muydum? Hepiniz içiyordunuz, her gece kaç meyhane dolaşıyordunuz; siz beni hiç çerken gördünüz mü? Ben şimdi susuz içip arayı kapatıyorum. Heh!. Heh!. Heh!.
- Ne o göbek! Erit onu, spor mipor yap.
- Sen kendine bak, can boğazdan gelir…
- Sana öyle geliyor.
- Sana benim göbeğimden yahu, ben göbeğimden memnununum!
Bu ara, bahçe kapısının önünden bir çocuk geçti, Oğuz:
- N’aber Musti? Gelsene, bak kim geldi…
- Ben kouşmuyovum seninle.
- Ama “N’aver movuk” diyordun daha düne kadar, n’oldu, niye bana küstün?
- Sana avkadaş dive bazı şevlev sövledik, sen hev şevi gazteve sövlemişsin. “Amca, amca biv şev sövleme sakın o movuğa, çok dedikoducu, osuvsam Hüvviyet’te habev oluyov. Bi de gavetedebenim kadav biv çocuk vav, ona avanak Avni diyo, bi de işiyo iye yazmış, çok ayıp! Çok ayıp!Kovkuyovum bana da bi mok atav diye”.
Sonra Musti söylene söylene gitti.
*
- Musti içini döktü artık rahatlamıştır. Yarın ben onun gönlünü alırım, neyse aklıma bir şey geldi, bir de seninle vapurda karşılaşmamız var.
- Evet.. Mübeccel adında mahallemizde güzel bir kız vardı. Mübeccel sekreterdi galiba. Sık sık vapurda beraber karşılaşırdık. Bir vapurun alt kamarasında oturmuş konuşuyorduk. Mübeccel bir ara beni dürttü, karşımızda oturan çocuğu işaret etti. Baktım, ince uzun, zayıf biri, boynunu öyle eymişti ki; sol kepçe kulağı tam omzuna yapışmıştı. Solumda oturan oturan Mübeccel’in bacaklarına doğru devamlı bakıyordu. Mübeccel boyuna mini eteğini, bir türlü örtülmeyen dizlerine doğru çekiştiriyordu. Çocuk hiç oralı değil. Muful, muful götürüyordu. Çocukla bir türlü göz göze gelemiyordum. Bakışsak n’olurdu sank, sert filan bakılacak cinsten de değildi. Keratanın yüzü sanki bir melek, pırıl pırıl, hatta güzel ve narindi. Yalnız kulakları maşallah” Mickey Mouse”un kulaklarından büyüktü. Nihayet başını yavaş yavaş kaldırdı. Tutulmuş olan boynunu, hafif sağa bir sağa, bir sola çevirdi. Dudakları titriyordu, bana:
- Afedersiniz siz Eflatun Nuri değil misiniz?
- Evet
- Beni hatırladınız mı? Hani, Altan’a gelmiştim… Bayılmıştım, siz beni tutmuştunuz…
- Evet… Evet!
Kucağımdaki soba borusu gibi yuvarladığım, resim kağıdını parmağı ile göstererek:
- Karikatür mü?
- Evet!
- Bakabilir miyim?
- Sonra…
- Sonra verdim eline uzun uzun baktın. Meğer eğilip boru gibi büktüğüm karikatürüme yanlamasına bakıyormuşsun da farkında olmamışız. Birkaç gün sonra Mübeccel’le karşılaştık. Senin hakkında konuştum.
- Ne konuştunuz?
- “Garibimin günahını almışız; o senin bacaklarına değil benim boruya bakıyormuş!” dedim.
*
- Bak bu büyük rakıyı tam yarılmamışım. Sen gelmeden evvel de akşamdan kalan bi yarım vardı, onu bitirdi, bak boş şişeye orada duruyor.
- Aferin. Şişede durduğu gibi durmaz ama!
- Bana bir şey olmaz… İçki bana dokunmuyor, içiyorum, içiyorum bana mısın demiyorum. Ben kendime bakıyorum. Ben Osmanlı mutfağını yutmuşum be!.. Gir içeri kütüphaneme bak, sırf yerli-yabancı yemek kitapları ile dolu.
- Ayıp ediyorsun! Bilmez miyim senin kitaba düşükğnlüğünü.
- Şundan yesene…
- Yemem… İstemem…
- İçinde ne var biliyor musun? Kuru bakla, nohut, ceviz, fıstık, fındık, kuru üzüm; her türlü baharat, ne haber! Bundan bi kaşık yedin mi karşıdaki kavağa çıkarsın.
- İlk önce sen bir dene çık kavağa, ben arkandan gelirim…
- Yakma şu sigarayı yahu… Biri biterken öbürünü yakıyorsun. Yesene bir şeyle. Günde kaç paket içiyorsun?
- İki paket…
- Ben dört paket!
- Ben dört paket deseydim, sen garanti “Altı paket içiyorum” derdin. Neyse sigaram biterse senden otlarım.
- Vallahi bir tane bile vermem! Bırak içme. Heh! Heh! Heh!
- Zaten bir paket sigara alacağım var senden!
- Nereden çıkarıyorsun şimdi bunu?
- “Tan” gazetesine bir akşam üstü uğramıştın, ob beş yaşlarında ya var ya yoktun. Her zamanki gibi yine yol parasını yemişsin. “Tamam” dedim, “ama ilk önce al şu sigara parasını, Yorgo’dan bir paket sigara al, sigaram bitmiş, ben de toparlanayım, aşağıda kapının önünde seni beklerim” dedim.
- Tamam hatırladım… Sigarey aldım ama sana vermiyordum. “Versene lan sigarayı” diye bağırıyordun. Ben sigara paketini havaya atıyordum.. Sonra koşup havaya doğru sıçrayıp yere düşmeden tutuyordum.
- Aynen öyle devam ediyordun… Büyük postanenin bulunduğu caddeye girdik. Hani kırtasiyeciler, spor malzemeleri satan dükkanların bulunduğu dar bir sokak var ya…
- Tamam… Tamam.. O sokak!.. Ben senin “Versene sigara paketini lan” diye bağırmana aldırmıyordum.
- Sen yine “Birinci” paketini havaya atıp, sonra koşup aynen bir kaleci gibi havada tutuyordun…
- Sonra?
- Sonra ne olacak, sigara paketini tekrar havaya atınca, sigara paketi kapalı dükkanın kepenginin üstündeki dönerin arkasına kaçtı. Çıkıp almak da olanaksız. Tekrar sigara alacak paramız da yoktu. Ancak cebimizde ikimiz Üsküdar’a geçirecek bilet parası vardı. Sen arkadan başın önde geliyordun. Ben sana ne dedim hatırlıyor musun?
- Hayır ne dedin?..
- Seen yüzme biliyor musun?
- Evet! N’olucak?
- İyi öyleyse! Şimdi yüzerek Üsküdar’a geç de aklın başına gelsin dedim.
EFLATUN NURİ
Şirin minicik, değişik süs bitkileri, çardak gülleriyle gölgelenmiş güzel bir bahçe. Özenle seçilmiş nadide çiçekler, beyaz, sarı, pembe, kırmızı, eflatun güller. Sarı, beyaz hanımelleri, sol taraftaki duvara tırmanmış. Bahçe, seyyar esansçıların tezgahları gibi güzel kokuyordu. Oğuz’un Silivri’deki evinin ön bahçesinde yıllar sonra buluşmuştuk… Masada Oğuz’dan başka her şey vardı. O da içerden rakıyı getirmeye gitmişti. İşte; elinde kadehler, rakı şişesi falan filan…
Sırıtarak masaya oturdu. Bana bakarken gözleri parlıyordu. Mutlu sevecenliğin ışıltıları. Aynı anda alev alev yanan bir kızgınlık; o zaten hep öyledir.
- Bana içki koyma, ilaç alıyorum!
- Ya oldu mu şimdi Eflatun?
- Başka zaman tamam mı?
Yemekler yendi, eski anılar masaya dökülmeye başladı…
Derken Oğuz:
- İlk tanıştığımız günü hatırlıyor musun?
- Evet “Hergün” gazetesinde… Altan’ın odasında. O gün de “Ali Ulvi” Ankara’dan gelmiş; İstanbul’daki karikatüristlerle tanışmak için. Ben de Altan’a uğramıştım. İlginç bir rastlantı oldu; hem Ali Ulvi’yi, hem de seni tanımış oldum.
- Hayır “Ali Ulvi” yoktu.
- Offf!... Bak telefon orada, aç konuş Ali Ulvi ile tamam mı?
- Eee!... Anlat bakalım!...
- Altan masasında oturuyordu, Ali Ulvi de masanın ucuna ilişmiş, ağzında kocaman bir pipo, tüttürüp duruyordu. Çaylar yeni gelmişti, oradan buradan konuşuyorduk. Ali Ulvi Ankara’da çok sıkıntılı günler geçirdiğini, aç kaldığını “Güven” parkında yattığını anlatıyordu; o ara kapı çalındı, çok zayıf, ince uzun boylu, beyaz yüzlü, utangaç, on iki, on üç yaşlarında bir çocuk içeri girdi. Koltuğunun altında bir dosya vardı. İşte o çocuk sendin. Sesin titriyordu… Altan’a “Ben karikatür çiziyorum da, yaptıklarımı size gösterebilir miyim?” dedi. Dosyayı açtım, baktığım karikatürün altında kocaman “Oğuz Aral” imzası vardı; “Oğuz” dedim, ses yok!.. Şöyle göz ucuyla baktım. Sen benim oturduğum sandalyenin sağında dikiliyordun. Senin arkaya doğru kaykıldığını, iskambil kağıdı gibi, devrilmekte olduğunu fark ettim. Oturduğum sandalyeden fırladım; tam yere arka üstü düşmek üzereyken beline sarıldım. Kucakladım, bayılmıştın, masaya upuzun yatırdım. Yüzün sapsarıydı; dişlerin kenetlenmişti, iki yumruğunu da iyice sıkmıştın. Altan, bir küflü teneke maşrapa su ile getirdi. Ben yumruklarını açmaya çalışırken, Altan da ıslak mendilini yüzünde boynunda gezdiriyordu. Ali Ulvi de boş durmuyor, hafif hafif seni tokatlıyordu.
Nihayet gözlerini açtın, uykudan uyanır gibiydin, etrafa bakındın, “N’oldu sana böyle?”, dedim bir şey saklar gibi mırın-kırın ettin, sonra çözüldün, öğle yemeği yemediğini, yemek parasını, buraya gelebilmek için yola harcaığını söyledin. Yerdeki kocaman dört köşe kesilmiş, benekli mermer taşlara baktım. Eğer fark etmeseydim, ya tutmasaydım seni… O günü hatırlayınca içim ürperiyor…
Başını okşadım:
“Oğuz … olur mu yahu, daha gelir gelmez gitmek var mı?” dedim…
Oğuz önündeki susuz rakı bardağını bir dikişte yarıladı, üzerine su içti, sigara yaktı, ondan derin bir nefes çekti, karşımızda bahçe içindeki iki ev arasından görünen Marmara Denizi’ne doğru üfledi:
- Eflatun yıllar sonra, ben de “Hergün” gazetesinde çalışmaya başlamıştım, o küflü maşrapayı nerede gördüm biliyor musun? Heleda, hela maşrapası değil miymiş!...
- Tifo mikrobunu ordan mı kaptın yoksa?
- Yok ya!.. Çok evvel… Hayret bişey bunları nasıl hatırlıyorsun… sen anlattıkça, her şey gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Ama… Ali Ulvi yoktu!..
- Hayret!.. Koskoca Ali Ulvi’nin orada olduğunu hatırlamıyorsun da, o heladaki küflü teneke maşrapayı hiç unutmamışsın?
*
Baktım yine rakı bardağına uzandı… Bir dikişte götürdü.
- Oğlum sen manyak mısın, niye susuz içiyorsun?
- Siz içerken ben size bir şey diyor muydum? Hepiniz içiyordunuz, her gece kaç meyhane dolaşıyordunuz; siz beni hiç çerken gördünüz mü? Ben şimdi susuz içip arayı kapatıyorum. Heh!. Heh!. Heh!.
- Ne o göbek! Erit onu, spor mipor yap.
- Sen kendine bak, can boğazdan gelir…
- Sana öyle geliyor.
- Sana benim göbeğimden yahu, ben göbeğimden memnununum!
Bu ara, bahçe kapısının önünden bir çocuk geçti, Oğuz:
- N’aber Musti? Gelsene, bak kim geldi…
- Ben kouşmuyovum seninle.
- Ama “N’aver movuk” diyordun daha düne kadar, n’oldu, niye bana küstün?
- Sana avkadaş dive bazı şevlev sövledik, sen hev şevi gazteve sövlemişsin. “Amca, amca biv şev sövleme sakın o movuğa, çok dedikoducu, osuvsam Hüvviyet’te habev oluyov. Bi de gavetedebenim kadav biv çocuk vav, ona avanak Avni diyo, bi de işiyo iye yazmış, çok ayıp! Çok ayıp!Kovkuyovum bana da bi mok atav diye”.
Sonra Musti söylene söylene gitti.
*
- Musti içini döktü artık rahatlamıştır. Yarın ben onun gönlünü alırım, neyse aklıma bir şey geldi, bir de seninle vapurda karşılaşmamız var.
- Evet.. Mübeccel adında mahallemizde güzel bir kız vardı. Mübeccel sekreterdi galiba. Sık sık vapurda beraber karşılaşırdık. Bir vapurun alt kamarasında oturmuş konuşuyorduk. Mübeccel bir ara beni dürttü, karşımızda oturan çocuğu işaret etti. Baktım, ince uzun, zayıf biri, boynunu öyle eymişti ki; sol kepçe kulağı tam omzuna yapışmıştı. Solumda oturan oturan Mübeccel’in bacaklarına doğru devamlı bakıyordu. Mübeccel boyuna mini eteğini, bir türlü örtülmeyen dizlerine doğru çekiştiriyordu. Çocuk hiç oralı değil. Muful, muful götürüyordu. Çocukla bir türlü göz göze gelemiyordum. Bakışsak n’olurdu sank, sert filan bakılacak cinsten de değildi. Keratanın yüzü sanki bir melek, pırıl pırıl, hatta güzel ve narindi. Yalnız kulakları maşallah” Mickey Mouse”un kulaklarından büyüktü. Nihayet başını yavaş yavaş kaldırdı. Tutulmuş olan boynunu, hafif sağa bir sağa, bir sola çevirdi. Dudakları titriyordu, bana:
- Afedersiniz siz Eflatun Nuri değil misiniz?
- Evet
- Beni hatırladınız mı? Hani, Altan’a gelmiştim… Bayılmıştım, siz beni tutmuştunuz…
- Evet… Evet!
Kucağımdaki soba borusu gibi yuvarladığım, resim kağıdını parmağı ile göstererek:
- Karikatür mü?
- Evet!
- Bakabilir miyim?
- Sonra…
- Sonra verdim eline uzun uzun baktın. Meğer eğilip boru gibi büktüğüm karikatürüme yanlamasına bakıyormuşsun da farkında olmamışız. Birkaç gün sonra Mübeccel’le karşılaştık. Senin hakkında konuştum.
- Ne konuştunuz?
- “Garibimin günahını almışız; o senin bacaklarına değil benim boruya bakıyormuş!” dedim.
*
- Bak bu büyük rakıyı tam yarılmamışım. Sen gelmeden evvel de akşamdan kalan bi yarım vardı, onu bitirdi, bak boş şişeye orada duruyor.
- Aferin. Şişede durduğu gibi durmaz ama!
- Bana bir şey olmaz… İçki bana dokunmuyor, içiyorum, içiyorum bana mısın demiyorum. Ben kendime bakıyorum. Ben Osmanlı mutfağını yutmuşum be!.. Gir içeri kütüphaneme bak, sırf yerli-yabancı yemek kitapları ile dolu.
- Ayıp ediyorsun! Bilmez miyim senin kitaba düşükğnlüğünü.
- Şundan yesene…
- Yemem… İstemem…
- İçinde ne var biliyor musun? Kuru bakla, nohut, ceviz, fıstık, fındık, kuru üzüm; her türlü baharat, ne haber! Bundan bi kaşık yedin mi karşıdaki kavağa çıkarsın.
- İlk önce sen bir dene çık kavağa, ben arkandan gelirim…
- Yakma şu sigarayı yahu… Biri biterken öbürünü yakıyorsun. Yesene bir şeyle. Günde kaç paket içiyorsun?
- İki paket…
- Ben dört paket!
- Ben dört paket deseydim, sen garanti “Altı paket içiyorum” derdin. Neyse sigaram biterse senden otlarım.
- Vallahi bir tane bile vermem! Bırak içme. Heh! Heh! Heh!
- Zaten bir paket sigara alacağım var senden!
- Nereden çıkarıyorsun şimdi bunu?
- “Tan” gazetesine bir akşam üstü uğramıştın, ob beş yaşlarında ya var ya yoktun. Her zamanki gibi yine yol parasını yemişsin. “Tamam” dedim, “ama ilk önce al şu sigara parasını, Yorgo’dan bir paket sigara al, sigaram bitmiş, ben de toparlanayım, aşağıda kapının önünde seni beklerim” dedim.
- Tamam hatırladım… Sigarey aldım ama sana vermiyordum. “Versene lan sigarayı” diye bağırıyordun. Ben sigara paketini havaya atıyordum.. Sonra koşup havaya doğru sıçrayıp yere düşmeden tutuyordum.
- Aynen öyle devam ediyordun… Büyük postanenin bulunduğu caddeye girdik. Hani kırtasiyeciler, spor malzemeleri satan dükkanların bulunduğu dar bir sokak var ya…
- Tamam… Tamam.. O sokak!.. Ben senin “Versene sigara paketini lan” diye bağırmana aldırmıyordum.
- Sen yine “Birinci” paketini havaya atıp, sonra koşup aynen bir kaleci gibi havada tutuyordun…
- Sonra?
- Sonra ne olacak, sigara paketini tekrar havaya atınca, sigara paketi kapalı dükkanın kepenginin üstündeki dönerin arkasına kaçtı. Çıkıp almak da olanaksız. Tekrar sigara alacak paramız da yoktu. Ancak cebimizde ikimiz Üsküdar’a geçirecek bilet parası vardı. Sen arkadan başın önde geliyordun. Ben sana ne dedim hatırlıyor musun?
- Hayır ne dedin?..
- Seen yüzme biliyor musun?
- Evet! N’olucak?
- İyi öyleyse! Şimdi yüzerek Üsküdar’a geç de aklın başına gelsin dedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder